Bir varmış bir yokmuş: Türkiye’de çağdaş sanat

Vanessa Medini Arslan’ın, sanat atölyeleri üzerine yazdığı metinleri ve sanatçılarla yaptığı söyleşileri kitaplaştırmayı planladığı dönemde hem dijital çağa daha uygun bir üretim mediumu olacağı hem de daha fazla insana ulaşacağı için aklında çağdaş sanatçılar üzerine bir belgesel hazırlama fikri oluşmuş.

Vanessa Medini, kendisinin ve projenin en büyük şansının Bulut Reyhanoğlu ile karşılaşması olduğunu söylüyor. Aklındaki projeyi kusursuz biçimde anlayan Reyhanoğlu, Arslan ile birlikte hem yaratıcı hem de ana yapımcılığı üstlenmiş. Elbette Mahmut Fazıl Coşkun’un yönetmen koltuğu için en doğru tercih olacağı fikri de Reyhanoğlu’ndan çıkmış.

Belgeselin senaryosu için Coşkun’un ve Reyhanoğlu’nun aklında tek isim varmış: Sinan Yusufoğlu’nun senaryosunu yazdığıCrossroads”un görüntü yönetmenliğini ise Ersin Gök üstlenmiş. Kurgusunu Adil Yanık ve müziklerini Murat Asil yapmış.

Belgeselde yaşamlarına dahil olduğumuz sanatçıların hangi kriterlerle seçildiği Reyhanoğlu ve Arslan’ın tüm röportajlarında sorulmuş. Ben izlediği anda belgesele hayran kalmış, tüm sanatçıların işlerinden, üretim motivasyonlarından ve yaşam biçimlerinden derinden etkilenmiş ve sanatın neden büyüleyici olduğu bir kez daha olabilecek en çarpıcı yolla hatırlatılmış bir izleyici olarak yapılabilecek en doğru tercihin yapıldığına inanıyorum. Ancak tabi ki Reyhanoğlu ve Arslan onlarca sanatçı içinden öncelikle Türkiye’de yaşayan sanatçıları ve bu ülkede yaşarken aynı zamanda bu coğrafyanın kültürel mirasına göre yaratım ve üretim yapan sanatçıları seçmeye çalıştıklarını söylemiş. Bu sözlere “Bu belgesel ile Türkiye’yi diğer ülkelerden farklı ve biricik kılan bu kültür katmanlarından beslenen, özüne sadık kalan fakat yeri geldiğinde Batı sanatından ilham alıp bu ilhamı kendi sanat pratiğiyle harmanlayarak ortaya çağdaş sanat eserleri çıkaran sanatçılarımıza dikkat çekmek istedik”*lerini de ekleyen Arslan ile Reyhanoğlu sonuç olarak Candaş Şişman, Gülay Semercioğlu, Seçkin Pirim ve Sinan Logie’nin belgeselde olması gereken sanatçılar olduğu konusunda karar kılmış.

Böylece “Crossroads”, Türkiye’nin ilk çağdaş sanat belgeseli olarak ortaya çıkmış.

Crossroads
Crossroads

Belgeselin içeriğine geçmeden Boğaziçi Film Festivali’nde gösterimi yapılan belgesel sonrası film ekibiyle yapılan söyleşiden yönetmeni Coşkun’un film hakkındaki yorumlarını da ekleyelim:

“Dört sanatçıda da aynı sorulara farklı cevaplar aldım ama birleştirdiğimizde bir anlam ifade ettiğini fark ettim. Candaş’tan örnek vermek gerekirse dünyanın her yerinde yaşayıp sanat üretebilecek biriyken Seçkin tamamen bu topraklara özgü oradan besleniyor; hatta tasavvufa dayanan ürünler üretiyor. Gülay da son derece klasik ve geleneksel, biraz Anadolu motifli ve Antepli olmaya dayanan bir üretim biçimi benimserken Sinan, Başakşehir’i sorunsallaştırmış.

Birleştirdiğimizde, bizim bugünkü kafa karışıklığımızı ve tuhaflığımızı anlattığını- yansıttığını düşünüyorum. Tek başına bir şey ifade etmiyor bir sanatçı belki ama birleştirdiğimizde anlamlı bir bütün oluşturduğunu görüyorum .”

Gerçeği manipüle etmek

– Candaş Şişman

Candaş Şişman
Candaş Şişman

Belgeselin açılışını -benim de filmde ve gerçek hayatta işlerinden en çok etkilendiğim sanatçı olan- Candaş Şişman yapıyor. Sanat üretim pratiğini “Arkeolojik kazı yaparcasına gerçeğe ulaşmaya çalışmak” olarak tanımlayan Şişman, çocukken konuşmaya çok geç başladığını söylüyor. Ona göre bu sayede, “Kendini ifade etme” çabasının getirdiği bir arayış biçimi yaşamının tümüne yerleşmiş ve dünyayı algılayış biçimini değiştirmiş. Her zaman yeni bir dil -ifade biçimi- arayışında olmuş, bu da beraberinde sürekli bir sorgulama hali getirmiş ve onu sürekli bir şeyler üretmeye itilmiş.

Üretim pratiğinin “kendisinden bağımsız ilerleyen bir süreç” olmasından keyif alan Şişman, aslında bir çeşit performans ürettiğini düşünüyor. Kendisi bir soru üzerine çalışıyor ve proje oluşurken dahil olan diğer sanatçıların katkılarıyla iş sonuçlanıyor. Bu ona göre etki- tepki ile ilerleyen bir süreç, önemli olan eserin sadece kendisinin yaptığı bir ürün olması ya da sadece kendi elinden çıkmış olması değil; O, genel konsepti ve kurguyu oluşturduktan sonra o işin uzmanlarıyla çalışıyor; mesela bir koku tasarımcısı.

IPO-cle**, Candaş Şişman tarafından 2013 yılında üretilen bir ışık ışık enstelasyonu. Şişman’ın betimlediği şey aslında bir sorgulamanın çıkarımının en yalın hali. Kısacası Şişman, bu çalışmasını anlatırken insanların gerçeklik algısını sorunsallaştırıyor diyebiliriz; insanların olağan bir gerçeği benimsemediğini söylüyor. İnsanlar önce gerçekliği manipüle ediyor, bunu tahmin etmek herhalde kimse için zor olmazdı, fakat ona göre asıl önemli olan nokta buradan sonrası: manipüle edilen -üretilmiş gerçek artık yeni gerçeklik olarak benimseniyor.

Elbette ki lenslerden geçen- kırılan ve sonra aynalardan yansıyarak tekrar serüvenine başlayan ışık da…

“Gerçekliği nasıl manipüle ettiğimiz ve daha sonra o manipüle edilen şeyi gerçek kabul etmemiz üzerine bir şey…” 

Candaş Şişman belgesel boyunca bitmek tükenmek bilmeyen bir azim ile köprülerde, atölyelerde ve aklınıza gelebilecek her yerde devam ediyor arayışına. Halatlar, teller, ipler… ve adını dahi bilmediğim alet edevatlarla hem bir bilim insanı ciddiyetiyle hem de bir çocuk heyecanıyla çalışıyor. İşte ona göre bu çaba çok basit bir özete sahip:

Dünyayı… İnsan olarak algılamamaya çalışmak…

Ve son olarak,

asıl amacının dünyayı bir insan olarak algılamamaya çalışmak olduğunu açıklamaya girişen Şişman’a göre, “Kendini dataya dönüştürebilirsen zaten zamandan ve mekandan kendini soyutlamış olabiliyorsun.”

Gülay Semercioğlu, Red Boxes (2017), tel, vida, ahşap, 162 x 112 cm

Akmayan kokmayan, evde çocuklar varken yapılabilecek bir şeyler

– Gülay Semercioğlu

Çocukluğundan beri örgü ile meditatif bir deneyim yaşayan Gülay Semercioğlu, iki çocuğunu da ard arda dünyaya getirince artık atölyesine gidememeye başlamış. Ama yine de evde yapabileceği-akmayan kokmayan evde çocuklar varken yapabileceği bir şey-aramaya girişmiş. Daha iki aylık olan bebeğini kucağına alıp kendisini sokağa atmış. O zaman tan olarak ne aradığını kendisi de bilmeyen sanatçı, Karaköy’de hırdavatçıları gezerek şimdi kullandığı tellerden bulmuş. Numune alıp evde denemeler yapmasına imkan olmayınca hırdavat çarşısındaki esnafa rica ederek hemen orada ilk örme denemelerini yapmış. Uzun süren bekleyişin ardından aradığı çözüme kavuştuğu günü ve kucağında bebeğiyle tam olarak ne yapmaya çalıştığını anlamayan esnafın iyi niyet ve samimiyetini yüzünde kocaman bir gülümseme ile anlatıyor Semercioğlu.

Tabii hikaye hemen mutlu sona ermiyor: İlk önce denediği tellerin çoğu örmeye çalışırken kırılmış ancak daha sonra doğru alaşım oranındaki tele kavuşmuş.

Eril bir malzeme ile dişil bir şey üretmek..

Semercioğlu, tellerle örgü örme halini eril bir malzeme ile dişil bir şey üretmek olarak tanımlıyor ve kadının görünmez emeğinin görünür kılınması amacını taşıdığını söylüyor.

Erkek egemen bir dünyada ördüğü tellerle o dünyaya meydan okuyor..

–  Bulut Reyhanoğlu

Daha Mimar Sinan’da öğrenciyken boya ile yapmak istediği şeyi tam olarak yapamadığını fark etmiş hatta o dönemde ahşap ile denemeler yapmaya bile başlamış. Resmin illüzyon gücü onu yeterince tatmin etmemiş. “En ünlü yağlı boya sanatçılarının bile asıl kaygısı ışığı kontrol etmektir” diyen Semercioğlu zamanla tellerle kinetik bir durum yaratmış. Çalıştığı tüm örgü aynı renk tel kullanılarak yapılmış olsa bile izleyicinin duruşu ve bakış açısı değiştiğinde ışığın yansıması da değiştiği için sanki bir rengin birden fazla tonu çalışmada kullanılmış gibi algılanıyor. Ve işte sanatçı yıllardır aradığı o etkiyi bu şekilde keşfetmiş…

Elbette bu etki Semercioğlu’na göre bu bir ifadeyi de savunuyor: Aslında kullanılan tellerin tümü aynı renk ve görsel illüzyonun aksine bir boyut da yok, yani izleyici hangi açıdan bakarsa baksın- İzleyicinin bakış açısı doğru…

Gerçekten istersen oluyor sanırım….

Crossroads’da Semercioğlu, hayatının tatlı tesadüflerine de değiniyor. Amerika’da işi bir sergideyken çok kısa bir zamanı da olsa çevredeki galerileri ve sanat merkezlerini gezmeye başladığı bir gün MET’in önüne gelmiş. Ne yazık ki çok sıra varmış ve kalan azıcık zamanında girip gezebilmesi ihtimal dahilinde bile değilmiş. Tam o an kafasını kaldırıp binaya bakmış, o kadar etkileyici ve o kadar büyüleyiciymiş ki… İçinden “dışı bile bu kadar etkileyici olan bu müzenin içinde olsam neler görecektim acaba? Hatta böyle bir yerde işi sergilenen kişi ne hisseder, ne kadar mutludur..” diye düşünerek giremediği bina ile vedalaşmış.

Çok geçmeden kendisine gelen bir telefonla sergideki işinin seçildiği ve MET’te sergileneceği haberini almış. Semercioğlu bunun gerçekten kalbinden geçirdiği, olmasını içinden çok derinden istediği için olduğunu düşündüğünü de ekliyor.

Peki, neden sürekli zırh örüyorsun?

Bir gün yakın arkadaşları yurtdışından gelen çok ünlü ve çok yetenekli bir falcı olduğunu ve onun da mutlaka falına baktırması gerektiğini söylemiş. Israrlara dayanamayan Semercioğlu da kabul etmiş. Falcı önce ona atların gözüne bakamadığını, atlardan tuhaf bir biçimde rahatsız olduğunu söylemiş. Bu doğruymuş çünkü kendini bildi bileli Semercioğlu atlara yaklaşamaz ve onlarla asla göz teması kuramazmış. -Buradan sonrası en sevdiğim kısım- Bunun nedeninin Semercioğlu’nun geçmiş yaşamında erkek oluşu -hatta asker bir erkek olması ve- savaş alanında çok fazla atını öldürmek zorunda kalması olduğunu söyleyen falcı eklemiş: “Sen hala sürekli zırhlar örüyorsun..”

Seçkin Pirim
Seçkin Pirim

Çağdaş heykel çok yabancı

– Seçkin Pirim

Pirim sözlerine “Çağdaş heykel”in kamusal alanlarda olmayışı nedeniyle insanlara çok yabancı olduğunu söyleyerek başlıyor.

Seçkin Pirim, -onun deyimiyle- Kuzguncuk’ta dünyaya gelmiş, gerçek doğum yeri burası olmasa bile dünyaya gözü burada açılmış. Bu mahalleden, sokaklarından, atölyelerinden çok beslenmiş. Burada büyümüş ki, daha 8-10 yaşlarındayken bile mahallesinde bulunan atölyelerde çıraklık yapmış. Burada işin zanaat kısmını fazlasıyla öğrenmiş, üniversiteye başladığında o şimdiye kadar belki binlerce kalıp çıkarmışken derslerde kalıp almayı daha yeni öğretiyorlarmış. Haliyle o da bundan biraz bıkmış.

Dünyayı takip ederek kendini bulmak

Ancak çok kıymetli bir öğretmeni onda sorun olacak ikilemi anlamış: zanaat kısmında neredeyse uzmanlaşmış ancak sanat işin neresindeymiş?

Böylece Pirim, sanat ve zanaat üzerine sorgulamalarına başlamış: zanaat nerede bitiyor, sanat nerede başlıyor? Bunu düşünmeye başlamış. Bilginin değer gördüğü internetsiz yıllarda kütüphanede sürekli araştırma yapmış. Çağı takip etmeye, önemli sanatçıları öğrenmeye ve çağdaş sanatçıların işleri üzerine düşünmeye başlamış. Bu süreçte ona göre sanat tanımının ne olduğunu keşfetmiş ve hatta onun ifadesiyle dünyayı takip ederek kendisini keşfetmiş.

Pirim, dünyayı takip etmeye işte o zaman başlamış-ve hala da devam ediyor.

Soyut bir iş yaparken izleyici ile bağ kurmanın zor olduğundan bahseden Pirim; başlarda işlerinde sadece beyaz, siyah ve kırmızı renklerini kullanmış. Bir süre küçük denemelerle renk katmaya teşebbüs ettiyse de devamı olmamış.

Askerlik zamanlarında, altı ay süren sıkıntıdan

Kağıt işlere yönelmesi ise 2007 yılında askere gidişi ve askerde yazıcı oluşuyla başlamış. Altı ay süren bu sıkıntılı dönemde kağıtları kullanmaya başlamış ve atölyeye döndüğünde de kağıda yönelmiş.

İlk yaptığı küçük kibrit kutusunun içindeki kağıt heykeli kendisinin uğuru gibi gördüğünü söyleyen Pirim asla satılmayacak bu eserini -kendisi gidemiyor dahi olsa- dünyanın dört bir yanındaki sergilerine göndermiş ve bu küçük şaheser serginin girişinde uğur tılsımı olarak yer almış.

Pirim için üretim güdüsü hem sıkıntıdan hem de sıkıntılı durumlardan güç almış gibi görünüyor. Bir dönem çok ciddi bir simetri hastalığına tutulan Pirim artık günlük hayatının idaresinde bile bu konuda sorun yaşamaya başlayınca Psikiyatristi ona, “Önce işlerindeki simetri takıntını aş hayattakini halletmek kolay” demiş ve böylece Pirim, eserlerinin simetrisini bozmaya başlamış.

Simetrik işleri ile simetrik olmayan işleri arasında göz kamaştırıcılık konusunda bir fark olmasa da, Pirim’in kendi kendini tedavi mekanizmasına dönüşen sanat üretim süreci bununla da sınırlı kalmamış.

Hastalıklar konusunda fazlaca hassas hatta takıntılı olduğu bir dönem geçiren Pirim, bir ara iplerin tamamen kaybolduğunu öyle ki her gün hastaneye gitmekten atölyede zaman geçirememeye başladığını anlatıyor. Bu dönemde de kendisini yine kendisinin bildiği en iyi yolla sağaltan Pirim, uzun süre hastalık hastalığından kaçınmaya çalışmış. Bu süreçte yaptığı işler ise hep ikili olmuş. Her heykelden iki tane bulunuyor ve biri sağlıklı diğeri ise hastalık hastası olanı temsil ediyormuş.

Pirim, ayrıca son dönemlerde zamanla sararan ve kırışan kağıt için eserin ömrünü uzatacak işlemler denediğinin ve kağıttan olmasa da kağıt formunu yakalayabilecek materyallerle çalışmayı denediğini ekliyor.

Klişe bir söylemle “sanatın iyileştirici gücü” mü dersiniz yoksa dahi bir sanatçının sanat tutkusuyla kendisini tedavi etme yeteceği mi bilmiyorum, ancak belgeseldeki tüm sanatçıları göz önünde bulundurarak söyleyebilirim ki: normal sanatçı kurgudur.

Mesela Paris çok sıkıcıdır; çünkü çatı saçakları nizami olur

–  Sinan Logie

Bu belgeseli seyreden herkes İstanbul’da sokağa çıktığı zaman kenti Sinan’ın gözüyle görüyor.

– Bulut Reyhanoğlu

Belçika’dan Türkiye’ye gelip yerleşen mimar ve akademisyen Sinan Logie, çocukken kendisine hediye edilen kaykay ile şehiri gezmeye başlamış. Logie belgeselde, kaykay sayesinde kentle kurabildiği performatif bir ilişkiden bahsediyor.

Sanatçı kenti ve mimarlığı inceleyip anlamaya bu şekilde başlamış. Mimarlığı da kaykay yaparken öğrendiğini düşünüyor.

Sıkışmışlık hissinden beslenmek..

Sinan Logie, farklı farklı malzemelerle çalışmayı deneyimlemeyi sevdiğini söylüyor. Ancak bir malzemeye hakim olduğunda onu hemen bırakıyor hatta çöpe atıyor ve hakim olmadığı yepyeni bir şeyler denemeye başlıyor. Yeni şeyler denemenin heyecanının ve şehirdeki sıkışmıştık hissinin onu beslediğini düşünüyor.

İstanbul’da tansiyona sebep olan detaylar: Şehirdeki farklılıklar ve tansiyonlar çok önemli mesela çatı saçakları Paris’te hep aynı hizadadır ve güneşin gelişi hiç değişmez bu yüzden Paris’i çok sıkıcı buluyorum ama İstanbul öyle değil..

Sinan Logie
Sinan Logie

Logie, iki kültür arasında gidip gelmesinin elbette oldukça zor olduğunu ama oldukça da besleyici yönleri bulunduğunu söylüyor.

İstanbul’da şehirde yürüyüş yaparken çatı saçaklarının hep farklı hizalarda bittiğini gözlemlediğini söylüyor. Logie, o eksik ya da kaçak katların yarattığı güneş ve gölge değişiminin şehre bir tansiyon ve heyecan kattığını düşünüyor. Filmi izlerken her sanatçının vizyonu gıptayla karışık bir şaşkınlık duygusu yaratsa da içimde “keşke şu şehri Logie’nin gözünden görebilsem” arzusu filizleniyor.

Bundan sonrası filme değil söyleşiye dair detaylarla yazıldı.

Mahmut çıplak oynayacağım bir filmle çıkıp gelirse evet diyeceğim

Filmi izleyenler artık kenti hep başları yukarıda gezerek deneyimleyecek ama Festival gösteriminin söyleşisine tüm sanatçıları temsilen katılan Logie uyarıyor: “Aman dikkat! Kaldırımlar tekin değil!”

“İstanbul’a aşığım bu kentin her köşesini çok seviyorum.” diyen Logie belgeselin çekim deneyimi konusunda da şunları ekliyor; “Biz atölyede yalnız çalışmaya alışığız genelde ama Mahmut’un ekibi o kadar harikaydı ki bana bir gün çıplak oynanacak sahneli bir filmle çıkıp gelirse evet diyeceğim.”

Yeni hedefim Kanalİstanbul’u iptal ettirmek!

“Politik sanatı sıkıcı buluyorum. Benim derdim bir ayna tutmak yani orada bir boşluk var o boşlukta bir denge kuruyorum; bir çeşit müzakere yani hayat da bir müzakere ama öte yandan… Son zamanlarda land-art yapmaya başladım. Yani peysaj sanatı. Bunun için de tabii ki kanal İstanbul’un havzasını seçtim. Hedefim yirmi sene içerisinde o havzayı land- art ile kaplayarak UNESCO’ya tescilletmek; böylece kanalİstanbul projesini durdurmak. Saçma sapan bir fikir ama mantıklı olursak da hiçbir şey olmuyor.”

Son olarak Sinan Logie’nin söyleşideki cümlesini aynen aktararak bitiriyorum:

“Yaptığımız şey aslında son derece anlamsız ama yapmazsak da işte kültür oluşmuyor, tarih yazılmıyor vesaire… Biz atölyelerimizde yalnız bocalıyoruz belki…ama o işlerin anlamı sizinle paylaşınca ortaya çıkıyor; o yüzden sanat galerilerine gidin, müzelere gidin; çünkü bizden farklı bir sürü çılgın sanatçı var. 

Yaşasın aşk!