William Shakespeare'in büstü (1830–70), Dr. Charles W. Green'in hediyesi, 1947, Fotoğraf: The Metropolitan Museum of Art, New York (47.90.154)

Dizelerin ölümsüzlüğü: 18. Sone

Klasik sanat anlayışına aynı anda hem hizmet edip, hem de topa tutan Shakespeare, okuyucularına ve izleyicilerine farklı bir gerçekliğin mümkün olduğunu kanıtlamakla kalmayıp, İngiltere Rönesansının en önemli temsilcisi haline geliyor

William Shakespeare adını tarihin en ünlü oyun ve şiir yazarlarının arasına kazımış durumdayken Elizabeth dönemi yazarlarının bir kısmı, Shakespeare’i sert eleştirilere maruz bırakıp diğer bir kısmı ise yadsınamaz gerçeği kabullenip yeteneğine övgüler yağdırmıştır. Örneğin, İngiliz Sanat tarihinin önemli eleştirmenlerinden olan Samuel Johnson, janrları sürekli olarak birbirine kattığı için, Ozan mahlasıyla bilinen Shakespeare’i topa tutmuştur. Klasik drama öğretileri komedinin tragedyayla hiçbir zaman birleşmemesi gerektiğini, iki ayrı türün iki farklı iletişim dili olduğunu söyler.

Özellikle Aristoteles ”Poetika”sında bu durumun altını derin bir şekilde çizer. Tragedya, insanların izleyip ders çıkarabileceği, belirli kurallar içinde yazılıp çizilen ve oynanan hatta ve hatta felsefe, teoloji, tarih gibi önemli konuların tartışıldığı bir türdür. Öte yandan, komedi janrası her zaman insanların kafalarını boşaltabileceği ve üstüne düşünmesi gerekmeyen bir türdür. Ozanımız ise, herkesin ilk izlediğinde ağlamaktan bitap düştüğü, sahneye ellerinde ne varsa fırlattığı görkemli klasiklerine her zaman kara mizahını eklemeden edememiş. Ayrıca oyunlarında ve şiirlerinde bir ilke imza atan Ozanın eserleri, “Problemli Oyun” olarak sınıflandırılmış olup ne tamamen tragedya janrasına ne de komediye mahsus bırakılmıştır. Varoluş felsefesinin, insanın özgür iradesinin ve hala daha üzerine araştırmalar yapılıp tartışılan birçok konunun işlendiği Hamlet, krizlerinin ardında dahiyane hazırlanmış ufak şakalarla hikâye çizgisinin arasına dalıyor.

Rönesans döneminde, sanatı ve ilhamı diriltmek için Avrupa’da klasik öğretilere dönme akımı başlar. Dahası, Rönesans çoğu zaman “Klasisizmin Dirilişi” olarak bilinir. Dönemin üniversite eğitimi almış, aristokrat ailelerden gelen yazarları, yalnızca ortaokul derecesinde eğitim almış bir Ozanın böylesine ciddi ve derin konular işlerken kuralları birbirine katmasını kaldıramaz. Sadece Samuel Johnson değil, Ben Jonson ve John Dryden gibi önemli isimler de Ozanın kural tanımaz tavırlarını taşlamıştır. Yine de Ozanımızı eleştirirken bile, hiç kimse Ozanın yeteneğini inkar etmez, oyunlarına gösterilen talep de Ozanın yüzünü asla yere düşürmez.

Ozanın ünlü oyunlarının dışında yaşadığı dönemde yazılan ve popüler olan şiirler koleksiyonu silsilesi soneler, Elizabeth şiiri akımıyla rehavet görür. Philip Sidney ya da Edmund Spenser gibi Elizabeth şiiri yazarları, leydilerini her zaman insan algısının üzerinde yüce varlıklar olarak yansıtırlar. İnsanlar, özellikle şairler, hiçbir zaman aşkı ve sevgiliyi anlayacak mertebeye ulaşamaz. Aşık oldukları kadınlara yapılan benzetmeler kadını temsil eden objeler değildir, aksine kadının dünyaya lütfettiği ve etrafına saçtığı erdemlerin tohumlarıdır.

Elizabeth dönemi şairleri sevdikleri kadını ölümsüz hale getirmek için dizelerinde çektikleri acıyı kendilerine bir ödül niyetinde görürler ve bu süreçte, leydilerini ölümsüzleştirmek için ne kadar çok acı çekerlerse kendilerini o kadar kanıtlamış olurlar. Bir nevi aşkın kölesi ve sancaktarı ilan ederler kendilerini. Örneklendirmek gerekirse, Sydney, ünlü koleksiyonu Astrophel ve Stella’da sevgilisini insanların henüz ulaşamadığı ve ulaşılacağı da düşünülmeyen yıldızların kendilerine benzetir. İlhamını yıldızından alır Sydney ve yıldızı şairin yolunu aydınlatmadıkça şair kaybolur. Yegâne amacı sevgilisini dizelerde yaşatıp şiir yazmak olan şair veya sanatçı ölüme mahkum hale gelir. Varoluş amacı ve işlevi yok olur, uçamayan kuşlara, yolunu bulamayan akarsulara benzer.

Şimdi ise akımın Ozan tarafından yorumlanmış ve hatta diğer tüm şaheserleri gibi dönemin akımlarına baş kaldırmış bir versiyonunu meşhur örnekle inceleyelim, ünlü 18. sone. Öncelikle şunun altını çizmemiz gerekiyor ki Shakespeare leydisini diğer Elizabeth şairlerinin aksine hiçbir zaman kutsal bir figür haline getirmez. Ozan için kutsal olan tek şey, sanatının ve yeteneğinin yaşam verme gücüdür, dizelerinin ölümsüzleştirdiği bedenlerden ibarettir güzellikler.

Şiirine başlarken zamanın kaçınılamaz gücünün Leydisinin güzelliğini ve gençliğini alıp götürdüğünü söyler ve daha en başından, diğer şairlerin aksine Leydisini zaman ve erdem gibi soyut fikirlerden büyük görmediğini anlarız. Dahası, koleksiyonun diğer parçalarında sevgilisini kalbini fethetmeye çalışan ve bu uğurda sinsi planlara başvuran bir kadın olarak görüyoruz. Amacı Ozanın kalbini ve yeteneğini sömürmek olan sevgili, Ozanın aklını öylesine bulandırıyor ki güzelliğini anlatırken şeytani özelliklerinden bahsetmeden edemiyor. Bu noktada kutsal dokunuşu yapanın şiirin özünün varlığı olduğunu anlıyoruz: Ozanın yeteneği. Leydisinden aldığı ilhamı ve benzersiz yeteneğini harmanlayan Ozan, dizelerinde zamanın bile yenemeyeceği bir güzellik yaratıyor, gençliğini asla kaybetmeyen bir letafeti ve Elizabeth şairlerinin her zaman ulaşmaya çalıştığı mertebeyi, ölümsüzlüğü yakalıyor.

Zaman algısını yeteneğiyle parçalayan Ozan, algımızın ulaşabileceği hiçbir kelimenin sevgilisinin güzelliğini tasvir etmeye yetmediğinin altını çiziyor. Simyacıların onca uğraşının ardından ölümsüzlüğü elde eden yazarımızın, tüm zamanların en yetenekli dokumacısı olmaya ant içtiğini anlıyoruz.

Aşkın ezeli ve ebedi rakibi zaman, yeteneğe yenik düşüyor. Böylece, ölümsüz ve kusursuz sevgiliyi şiirine hapsediyor.