Günümüzün birçok gişe rekortmeni başarılı yapımlarının altında imzası bulunan Christopher Nolan, her yönetmen gibi filmlerine kendi anlatım teknikleriyle imzasını atıyor.
Fakat Nolan’ı diğer yönetmenlerden ayıran çok keskin bir özelliği var: zamana bakış açısı. Zamana karşı bu eşsiz yorum, sinema endüstrisinde önderliğini yaptığı post-modern bir anlatımı kucaklıyor: “fragmented-narration”.
Bu post-modern anlatım tekniği henüz dilimizde yerini tam olarak bulamamış olsa da, çok kısa bir özetle, anlatımı “parça pinçik” hale getirip izleyicinin kafasında kendi yorumları ve izahları çerçevesinde hikayenin zaman çizgisini bir raya oturtmasını amaçlar. Başka bir deyişle, izleyici hikayenin bir parçası haline gelir. Aktif ve açık bir zihinle hikayeye maruz kalmadığı takdirde, zaman çizgisi asla yerine oturmaz.
Dahası, fragmented-narration yalnızca karmaşık bir anlatım biçimi sunmaz ve tam aksine post-modern teorinin gerçekliğe bakış açısını temsil eder. Bu post-modern felsefeye göre, insan varoluşuna asla bir tümdengelim yaklaşımı yapılamaz. Hayatımızın her detayını belirleyen ve hepsinin bire bir aynı çizgiyi izlediği semavi öğretilerin aksine, amaç her bir bireyin kendi hayatından tümevarım yapmasıdır. Bu tümevarım, insan varoluşunun evrende ne kadar parça pinçik olduğunun da bir illüstrasyonu haline gelir, çünkü bütün insanlar bilinçaltında sadece kendilerine özel motivasyonlar ve travmalar taşır. Kendi varoluşunu isimlendirmek veya keşfetmek için, insanlar kendilerine özel iç yolculuğunu tamamlamalıdır ve böylece post-modern teorinin bir nevi savunduğu çeşitlilik, bireysellik sağlanmış olur. Özetle, fragmented-narration bireylerin zaman-mekan algısının, gerçeklik algısının ve varoluşunun birbirinden çok daha farklı olduğunu ve kimsenin aynı gerçekliği yaşamadığını parça pinçik anlatım teknikleriyle benimser.
Hikayesini fragmented-narration anlatım biçimiyle izlediğimiz Nolan karakterleri kimsenin aynı gerçeklikte ve zaman diliminde yaşamadığını gayet iyi özetliyor. Örneklendirmek gerekirse, “Inception”da tanık olduğumuz rüya alemlerinin insanların bilinçaltına göre oldukça değişkenlik gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu alemler gerek materyal gerek varoluşsal olarak bireylerin yaşadığı farklı evrenlerin çok iyi bir betimlemesi. “Interstellar”da ise işin içine biraz bilim kurgu girse de, dünyamızın kurallarına kıyasla tamamen farklı hareket eden ve var olan galaksilerin kuralları bilindik algıları tamamen yerle bir ediyor. Parçalanan algılarımızı yerden topladığımızda her parçanın birer parmak izi olduğunu ve her birinin birbirinden oldukça farklı olduğunu görüyoruz.
Hikayelerinde zaman-mekan algısını yerle bir eden Nolan, filmlerinde saniyelere, dakikalara veya saatlere olan bilindik yargılara savaş açıyor diyebiliriz. Üstün-anlatıların veya klasiklerin düz bir çizgide ele aldığı zaman tanısı Nolan’ın ellerinde paramparça hale geliyor, parçaladığı algının üstüne yeni bir zaman çizgisi yaratması ise başka bir post-modern elementin konusu.
Inception, zamanın manipülasyonu ve algılanışıyla ilgili derin bir keşif sunarken, karakterlerin bilinçaltlarına rüyaları aracılığıyla ulaşır ve bu rüyalar, bir nevi her bir karakterin zamanı ve gerçekliği nasıl yorumladığına dair ipuçları barındırır. Topaç metaforu da cabası.
“Interstellar”ı ele alacak olursak, Nolan bu defa zaman algısını parçalamak ve derinlerine inmek adına Einstein’ın görelilik teorisi üzerine hikayesinin temelini atar. Farklı gezegenleri hatta evrenleri izleyicilere sunarak kafamızda oturttuğumuz gerçeklik algısını tamamen parça-pinçik eder ve bu da bizleri varoluşumuzu sorgulamaya yönlendirir.
Son olarak, “Memento”yu ele aldığımızda, zamanın insan bilinçaltındaki etkisini hafıza bozukluğuyla ele alır. Leonard Shelby, “anterograd amnezi” sebebiyle yeni anılar edinemez ve bu da zamanı her seferinde farklı bir şekilde algılamasına, farklı bir kişiliğe bürünmesine sebep olur.
Örneklendirdiğimiz filmlerin dışında daha birçok Nolan filminde bu izleri görmek mümkün, ayrıca bu filmlerin senaristliğini de kardeşi Jonathan Nolan ile beraber üstlendiğini belirtmek isteriz.
Filmlerin detaylarına hala izlemeyenler olabileceğini düşünerek inmiyoruz ancak Nolan’a bu post-modern anlatım biçimini sinemaya kazandırdığı ve zamana, gerçekliğe bakış açımızı baştan aşağı değiştirdiği için teşekkür ediyoruz.