Değişen, gelişen ve hatta evrimleşen insanoğlu, evrende gerek fiziksel gerek manevi varlığını sürdürmek için her zaman belirli bir kuvvete ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyulan bu kuvvet en zor anlarımızda bile devam etmemizi sağlayan, irademizi ve hayata karşı tutumumuzu, bütün dış etkenlere rağmen sürdüren bir ‘’edilgen’’ faktör ortaya koyar.
Güç ve otorite hakkında tartışılan çeşitli kült teorilerin dışında sivilleşen insan topluluklarının bu algıyı zamanla yeniden yarattığını söyleyebiliriz. Ünlü İsveçli dilbilimci Ferdinand De Saussure, dünya üzerinde konuşulan dillerin yalnızca iletişimi sağlamak adına geliştirilmiş birer araç olmadığını ve tam aksine, dillerin kültürel ve varoluşsal birçok etkenin yaratıcısı olduğunu söyler. Dahası, diller sistematik şekilde kodlanmış programlardır Saussure’a göre.
Eğer ‘’Güç’’ gibi soyut bir kavrama Saussure önderliğinde bir yaklaşım yapsaydık, farklı milletlerin bakış açılarıyla beraberinde getirdiği kültürel çeşitlilik oldukça kafamızı karıştırırdı. Özetle, dil yalnızca bir iletişim aracı değil, varoluşunu betimleyen en büyük etken. Farklı sistemler farklı dinler, farklı davranış ve algı biçimleri getirir.
Örneğin, Ural-Altay dil ailesinin atalarından olan Japoncayı ele alalım. Japonca tarihinin bilinen en eski eseri Kojiki içerisinde Japon tarihi, efsaneleri ve mitolojisi hakkında hayati bilgiler barındırır. Bu bilgilerin ve özellikle mitlerin ışığında, güç algısının Japon kültürü için tasvirinin irade terbiyesi ve kişinin saygınlığından ölçüldüğü sonucuna ulaşılır.
Güçlü olan kişi otorite sahibi değil, irade ve saygı sahibidir. Sistemin içinde Güç algısını rekabetçi veya ilkel ifade eden anlamlar barındırmayan Japonca, semavi dinlerin elçiler ve çeşitli öğretilerle ulaşmaya çalıştığını iddia ettiği yadsınamaz barışı ve karşılıklı saygıyı doğası gereği elde ediyor diyebiliriz.
Tüm bunların ardından, Japonca sisteminin doğasında nefreti ifade edebilecek kanalların neredeyse var olmamasının, barışçıl ve alçakgönüllü bir kültür doğurduğu aşikâr. Ek olarak, Japonya nüfusunun %60’ının herhangi bir dine inanmaması da kulağa oldukça ironik geliyor. Sistemlerin sağladığı bu ortamları ve kültürleri anladıkça Saussure’un teorisine hak vermeden kendimizi alamıyoruz. Eğer şiddet, kaos veya düzenbazlık gibi soyut kavramlar ifade edilemiyorsa, o sistemin içinde var olamadığı sonucuna ulaşıyoruz.
Sizlere Japon sisteminden çeşitli örnekler vererek argümanımızın altını doldurmak isterdik, lakin bu araştırma kısmını sizlere bırakıyoruz. Makalemizin konusu Gücün doğasını derinden incelemek adına, bu konu hakkında oldukça popüler ve güçlü argümanları olan başka bir düşünürün teorisine sizlerle göz atalım; Michel Foucault, İktidar ve Güç teorisi.
Michel Foucault, günümüz toplumlarında güç algısını tanımlamak için distopik bir bakış açısıyla “panoptikon”u betimler. Faucault’a göre, gerçek güç yalnızca kontrol ve bilgi sahibi olunarak elde edilebilir. Hatta, bilgi birikimi ve güç birbirinden ayrılamaz iki kavramdır, gerçek güç bilgi sahibi olmayı getirirken, bilgi sahibi olmak yanında güç getirir.
Moral dengeleri biraz sarsacak şekilde, panoptikon bir nevi günümüz hükümetlerinin ve sosyal kurumların nasıl işlediğini ele alır. Jeremy Bentham’ın mimari tasarımında, panoptikon’un içindeni insanlar 7/24 gözlenmektedir ve bu durumun gayet tabii farkındadırlar. Bu farkındalık, bir nevi panoptikon mahkumlarının bütün hareketlerine prangalar vurup olmadıkları bir insan gibi davranmalarına sebep olur. Panoptikon’un kontrolünü alan kişi, panoptikon sakinlerinin yalnızca zihinlerine erişmekle kalmaz, gözetim altında dönüştükleri kişi hakkında da bilgi sahibi olur.
Foucault, panoptikon illüstrasyonuyla gerçek gücün davranışları veya aksiyonları kısıtlamakla kalmayıp, hareketlerimize yön verdiğinin de altını çizer.
Yazımızı noktalamadan önce, gündelik hayatınızda bilinçli veya biliçsiz verdiğiniz bütün kararların panoptikon gözleminden doğan yapay aksiyonlar olduğunu belirtmek istiyoruz ve bu kısıtlamaların toplum düzenini korumak, sürdürmek amacıyla yapıldığına inandırıldığınızın da farkındayız. Verdiğiniz bütün vergiler, kendi mahsülünüzü ekebilmek için sağladığınız beyanlar, ödediğiniz sigorta pirimleri ve daha nicesi, panoptikon otoritesini besleyen birer araç.
Eğer kafanızdaki ampullerden birkaçını patlatıp özgür iradenizde bir kıvılcım yaratabildiysek, yazımızı naçizane bir tavsiyeyle kapatalım.
Bahsettiğim bütün düşünürler ve fikirleri arasında etkisini kontrol altına alamadığımız, distopik romanlarda sömürge zincirini kıran ve insanlara bir parçası oldukları çarkı parçalatan tek bir edilgen var.
Bu edilgen bazen bizleri en saf olduğumuz zamanlara götürüp geleceğimiz hakkında hayal kurdururken, bazen de en aptalca kararları vermemize yol açar. Fakat kendi verdiğimiz en aptalca karar bile, panoptikon’un bizim için biçtiği bütün olasılıklara kıyasla limitsiz ve oldukça cezbedici gözüküyor. Son olarak, distopik edebiyatta panoptikon anatomisini parçaladığına şahit olduğumuz yakıtın, Gerçek Güç olduğunu anlıyoruz.
Değerli okurlar, sizleri panoptikon’dan çıkarmak için kendi yakıtınızı, aşkı bulmaya davet ediyorum.