Dramalar, şiirler veya epikler yerine edebiyatta düz yazının ortaya çıkmaya başladığı zamanlarda, bu yeni ve eşsiz yazım stili birçok faktörün etkisiyle şekillendi. Matbaanın icadından ve tüm dünyayla buluşmasının ardından, okur yazarlıkta ve kitap basımında gözle görülür şekilde bir artış görüldü.
Toplumun yapısı yalnızca aristokrat ailelerin veya dini kurumların okuryazarlığına bağlıyken, alt sınıflar da okuryazar oldu. Haliyle dünya toplumlarının tümünde sıradan vatandaşlar bilgiye ulaşabilir hale geldi ve bu da kiliselerin, kralların, siyasetçilerin vatandaşları daha fazla manipüle etmesine engel oldu.
Dahası, toplumda yeni meslek grupları ve yeni geçim kaynakları oluştu. Okuryazarlıkla alakalı olan bu yeni zanaatlar, şehirleşmeye ve günümüz demografik yapısının temellerini atmaya kadar uzandı. Artık bilgiye ulaşabilen toplum, kendi haklarını ve isteklerini ısrarla savunmaya başladı, antroposantrik ve hümanistik harekatlar peş peşe geldi.
Bütün bu olay örgüsü, insanların artık efsanevi hikayelerle, masallarla veya metafizikle beslenen derin uykularından uyanmalarıyla sonuçlandı. Zihinleri artık özgür ve bireysel olan kesim, realizmin ve özellikle rasyonalizmin peşinden gitmeye başladı. Böylece, edebiyatta mitolojiden veya efsanelerden etkilenen bir yazım stilindense, gerçekçi ve hayatı olduğu gibi resmeden, kendinden önceki hiçbir akımdan etkilenmeyen bir tarz ortaya çıktı.
Bu oldukça yüzeysel ve kısa özetin ardından, roman yazımını bütünüyle anlamak için terimin terminolojik kökenine inmekte fayda var. 17. Yüzyıla kadar, bütün Avrupa ulusları ve krallıkları bilginin, iletişimin ve eğitimin dağıtımı için ortak dil olarak Latinceyi kullandı. Bugün üzerine saatlerimizi, günlerimizi ve hatta hayatımızı geride bıraktığımız neredeyse bütün felsefe ve fikirler, orijinal olarak Latince yazıldı. Dahası, hayatımızı halihazırda şekillendirmeye devam eden demokratik ve demografik yapılar bile Yunancanın Latin diline bir armağanı.
Latincenin Roman yazıtıyla alakası ise kelimenin hakiki, öz anlamıyla bağlantılı. Romancılık, hayatın içerisinde ve toplumda modernleşmenin en önemli unsurlarından biri olarak kabul edilirken, kelimenin kökeni de aynı vurgunun altını çizer. Latince’de “novus” olarak bilinen “novel”, “eşi benzeri görülmemiş ve yenilik” anlamlarına gelir. Kullanıldığı dönemde farklı katmanları ve anlamları olan bu kelime, bütün katmanlarında Romanın ve Romancılığın betimlediği aydınlığın emsalidir. Özetle Novus, eşsiz ve yeni akım, modernleşmenin kıvılcımıdır.
Makalemizin ana fikrini pekiştirmek amacıyla Roman zanaatının en usta isimlerinden birine danıştık, neredeyse herkesin en az bir eserini okuduğu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski. Roman anlatısını günlük hayatın realist illüstrasyonunun ötesine geçiren elementlerden en önemlisi, yazarın yarattığı evrenin ve karakterlerin yansıttığı teoriler diyebiliriz.
Hayatın en gerçekçi halini edebiyata yansıtan Romanlar, birçoğumuzun günlük hayatında yaşadığı sosyal, ekonomik veya kişisel buhranlara oldukça doğru ayarda bir harita çizer. Bu haritanın resmettiği natüralist yapı, okuyucuların özel hayatından izler bulmasını sağlar ve böylece Romanın anlatısına dahil olan her okuyucu teorileri kendi tecrübelerine yansıtarak yorumlar. En sonunda Roman yazıtı yalnızca günümüz olası bunalımlarına bir ders niteliğinde ışık tutmakla kalmayıp, kişinin varoluş felsefesini bulmasına veya adlandırmasına yardımcı olur.
Usta zanaatkar Dostoyevski, insan varoluşuna dair sorularını okuyucularına yöneltmek adına Roman yazıtının tüm meyvelerinden faydalanır. Bu varoluşsal sorulara örnek vermek gerekirse, romanlarında sıkça tartışılan özgür iradenin varlığı, insan doğasının iki yüzü veya dünyevi eziyetlerin ruhumuzun kefaretini ödeyip ödemediğini araştırıyor diyebiliriz. Dostoyevski’yi ustaların ustası yapan en önemli özelliği ise Thomas Hobbes, Niccolò Machiavelli veya Jean-Jacques Rousseau gibi insan doğası üzerine iyi-kötü tartışmaları veren ve yukarda belirttiğim soruları cevaplamaya çeşitli teoriler ile gayret gösteren bu düşünürlerin aksine cevaplama kısmını okuyucuya bırakması ve bu teorilerin gerçek hayattaki yansımalarını çizmesi.
Özellikle Hobbes ve Machiavelli insan doğasını bencil, açgözlü ve düzenbaz olarak görmüştür ancak Rousseau ise doğuştan iyi kalpli olan insanların uygarlığın ve toplumların oluşmasıyla doğasının yozlaştığını ve hali hazırda kötü olduğunu düşünür. Bu önemli görüşlerin Dostoyevski zanaatıyla alakası ise, Dostoyevski’nin yapıtlarında bütün bu konseptlere referans vermesidir ve daha da ilginci ise, roman yazıtının natüralizmi bu teorilerin varlığını kurgusal bir edebiyat eseriyle kanıtlar. Felsefe tarihi boyunca başta Platon olmak üzere sanatın ve edebiyatın “lüzumu” veya “gereği” masaya yatırılırken, roman yazıtı ve Dostoyevski gibi önemli zanaatkarlar bu tartışmalara yarattıkları karakterler ve evrenlerle son vermiş diyebiliriz.
Makalemizi sonlandırmadan önce Dostoyevski eserlerinden bu teoremleri tartışan ve yargıyı okuyucuya bırakan bazı karakterlerden örnek verelim. Hepimizi suçuna ortak eden Raskolnikov, iyi ile kötü, mantıksal ve duygusal gerilimi, ahlaki idealler ile kişisel hırs arasındaki varoluşsal mücadeleyi somutlaştırır. İşlediği suçun kendi yaşadığı gerçeklikte meşrulaştırması, bu kararın kendinden daha yüksek bir amaca hizmet ettiğine inanır. Kısacası kendine günah işleyerek sevap kazanabilecek bir varoluş atfeder. Sadece Raskolnikov’un varlığı ve derinliği, birçok felsefi sorunun önünü açar.
Diğer bir örnek ise arada kalmış Prens Mişkin. Çocuksu bir kalbe sahip olması nedeniyle etrafındaki yozlaşmış toplum yapısı ve kişiler tarafından sürekli sömürülen Prens Mişkin, karakter gelişimiyle Jean-Jacques Rousseau’nun toplumsal teorisinin edebiyatla sağlamasını yapıyor diyebiliriz.
Yukarda da söylediğim gibi, Dostoyevski zanaatının karakterlerinin derinlikleri sebebiyle birçok farklı açıdan yorumlanabilir olmasını hatırlatmakta fayda var.
Yine de, günün sonunda Dostoyevski insan doğası portreleriyle Nietzsche veya Kant gibi insan doğasını kompleks katmanlardan oluşan ve tartışılan iradenin şekillenmesiyle var olan düşünürlere daha yakın diyebiliriz.